TUNA NEHRİ GEZİSİ

Geçen bölümde Emmersdorf kasabasındaki kısa ziyaretimizden söz etmiştim. Neredeyse küçük bir mahallede dolaşır gibi dolandık bitti ilk limanımız. Emmersdorf’da kısa bir gezintiden sonra, aynı gün Dürnstein kasabasına doğru ilerledik. Burası daha bir hareketli, Avusturya’nın ünlü Wachau vadisindeki bağları ve kayısı ürünleri ile meşhur Tuna nehri kıyısındaki kasabası

Tarihsel olarak, Dürnstein kalesinde, 1190’lı yıllarda İngiltere kralı I. Richard (Aslan Yürekli Richard), 3 ncü haçlı seferleri sırasında Avusturya Dükü V. Leopold tarafından esir tutulduğu söylenmektedir. Nihayetinde İngiltere yüklü bir miktarda fidye ile esirini geri almış, Avusturya’nın da bundan istifade ile görkemli Viyana şehrini inşa ettiği, diğer bir söylentidir. Çok yıllar sonra bu kalenin 1645’te İsveçliler tarafından tahrip edildiği belirtilmektedir. Söylentiler doğru olsa da olmasa da, bu önemli kalenin, bir şekilde restorasyon ile turizme kazandırılmış olmasını beklerdim aslında. Halen harabe halinde olan bu kaleye, güzel manzarası nedeniyle sadece meraklıları çıkmaktadır.

Sonrasında, tekrar güzel gemimize dönerek, gemideki bohem nimetlere kavuşuyoruz. Biraz gemideki imkanlardan hatırlatıcı mahiyette söz etmek istiyorum. Özellikle gemi mutfağının tam ötesi bir not aldığını kesinlikle ifade etmem gerekir. Tüm öğünler, en kaliteli ürünler ile, devamlı değişik menüler ile ziyafete dönüşüyor. Akşam üzeri kahve/çay ve atıştırmalık saati ile gece geç saatlerde yine Bar salondaki atıştırmalıklar ile neredeyse günde 5 öğün hizmet veriyor dersek, hiç abartı olmaz. Bu arada uykusuna düşkün olup kahvaltı saatini kaçıranlar için yine bar salonda kahvaltılık atıştırmalık mutlaka bir şeyler bulabiliyorsunuz.
Bazen bu, ara öğün misali saatlerde, müzik eşliğinde temalı sunumlar da yapılıyor, Oktoberfest gibi.

Ayrıca geminin kıç tarafındaki barda günün 24 saati, kahve-çay istasyonundan dilediğiniz içeceği kendiniz servis ile alabilirsiniz. Limandan limana intikallerde, öğleden sonraları çay saatinde ya da neredeyse her akşam yemek saatinden sonra, sesleri çok güzel olan bir çiftin canlı müzik performansları ile ruhunuzu doyurabilirsiniz. Bu performanslarından birinde bizim hangi ülkeden olduğumuzu sorup, aldıkları cevap karşısında spontane olarak bize, Tarkan’ın “Şımarık (kiss kiss)” şarkısı ile de jest yaptılar, hiç beklemiyorduk doğrusu.
Küçük kasabalarla Tuna nehrinin salına salına aktığı yatağında ilerlemeye devam ederken, yeni bir güne Viyana ile uyandık. Viyana, şehir merkezi Tuna nehrinin kıyısına direkt kurulmadığı için bağlama iskelesinden (Nussdorf), şehir merkezine çeşitli yollarla, araçla gitmeniz gerekir. Taksi/özel servis, bunlar en hızlı ve maliyetli seçenekler. Düz ayak kentlerin yaygın ulaşım aracı olan tramvaylar ise en makul seçenek olarak ihtiyacınızı görmektedir.
Viyana şehri için o kadar çok şey anlatılır ki, burada birkaç satır arasına sığmaz. Beni etkileyen dünyadaki birkaç nadir şehirden birisidir. Şehrin temizliği, tarihi dokusuna gösterdikleri özen, insanların bir film setinden fırlamışçasına elegan stilleri ve tavırları ile gerçekten çok güzel bir şehir. Gidilip mutlaka en az bir kez görülmesi gereken yerlerdendir bana göre.
Dayanamayıp çektiğim yüzlerce resimden herhangi birini diğerine, aralarında ayırım yapamayacak kadar tercihte bile zorluk çektiğim bu güzel şehirden, bu gerekçeyle resim paylaşmayacağım.
Avusturya’nın sanatta ne kadar ileri gittiğinin bir parçası; herkesin de takdir edeceği gibi opera ve balesi eşsizdir. Eğer özellikle çok önceden biletlerinizi almadıysanız, spontane şekilde bir opera - bale performansına gitmek isteseniz de gidemezsiniz. Bilet bulamazsınız çünkü. Böyle bir ortamda, Viyana’da limana bağlı olduğumuz akşam, geminin güzel bir jesti ile 2 opera sanatçısının gemide canlı performansına eşlik etmek, fevkalade kıymetli ve önemliydi bizim için. “I sole Mio” çok meşhur malum. Hep kulağa “İyi söylemiyo” der gibi gelse de aslında anlamı “Benim Güneşim!” demek sanırım. Çok da emin konuşmayayım.))

Bir İmparatorluğa başkentlik yapmış bu güzel şehirden, bir başka etkileyici başkente doğru yola koyulduk. Buda-Peşte.
Nehrin iki yakasına kurulmuş bu şehri ilk kez görmek kısmet olacaktı.
Söz konusu, ülkelerin başkentleri olunca, sözün kısası olmuyor doğal olarak. Viyana gibi, Budapeşte de başlı başına çok emek sarfedilmiş, fevkalade hoş bir şehir.
Budapeşte’ye ilk kez gelecekler için, sanırım, nehirden şehre girişten daha görkemli başka bir ilk tanışma olamaz. Bu etki, tam anlamıyla eşsiz. Benzer bir etkiyi çok çarpıcı bir şekilde, Manhattan’ı ilk kez gördüğümde de hissetmiştim. Havaalanından metro ile şehrin içerisine geliş ve 53ncü caddede satha çıkış ! Devasa gökdelenler ile kendimi rahmetli Kemal SUNAL gibi hissetmiştim. Köyden indim şehire. Bir anda, çok çarpıcı … şimdi bizde de var, saçma yüksek binalar. Şu an hiç de ilginç gelmiyor. Dönelim Budapeşte’ye. Wikipedia tarzı bilgilerin tekrarına hiç gerek yok.

Bu şehri hiç görmeyenler için tabi ki, olmazsa olmazlar; Zincir Köprü ve diğer köprüler, (ancak kısmetimize Zincir Köprü uzunca zaman tadilatta olması nedeniyle, perçemini dahi göremedik, ambalajlıydı), şehrin doğu tarafındaki görkemli Parlamento Binası (harika bir sanat eseri, özellikle gece aydınlatması ile görsel bir şölen), şehrin batı yakasında ise tabi ki Buda Kalesi ! , daha sonra ilgi çeken diğer yapı, Matthias Kilisesi ile birlikte Balıkçı Tabyası, hemen alt tarafında labirentler ilk akla gelen görülecek yerler arasındadır. Balıkçı tabyasından, Parlamento Binasına doğru manzaranın tadını çıkarmanızı öneririm.

İlk gün, şehrin batı yakasını ancak gezebildik. Akşam yemeğinde Gulaş tadından sonra, Macaristan’da olduğumuzu hatırlatacak güzel bir etkinlikle gemi, yemek sonrası yerel folklor ekibini organize etmiş. Bu akşam da Çigan Havaları eşliğinde görsel bir şov ile başka bir aleme uçtuk. O kadar video çekmişim ki bu ambiyansla ilgili, ama maalesef tek bir kare resim almak aklıma bile gelmemiş. Size kısmet değilmiş. Çigan gecesi bitti, gece bitmedi. Gemi, üşenmeden iskeleden ayrılarak, saat 22:00-23:00 arası şehrin ışıklar içerisindeki güzelliği ile bizi tanıştırmak için 1 saatlik bir boğaz turu misali seyre kalktı. Hava üşütücü bir şekilde hafiften ısırsa da harika bir seyir oldu. Az geldi doyamadık. Bu şehre gelip de ilave bir tekne turu yapmamıza gerek kalmadan bu işi de gemimiz üstlenmiş. Nehir trafik hattı ve kuralları gereği şehirden çıktıktan sonra kuzeyde bir noktadan tekrar dönüş yaparak şehre girdiğimizde, şehir sanki karartma geceleri uyguluyor misali kapkaranlık bir görünüme bürünmüş idi. Sebebi mi? Avrupa bizi kıskanıyor, o yüzden. Malum Ukrayna Rusya savaşı sebebiyle Avrupa’nın o kış doğalgaz ve enerji sıkıntısı çekmesi beklentisiyle, daha yaz aylarından enerji tasarrufuna gittiklerine gözlerimizle şahit olduk.


Budapeşte de tabi ki bir-iki günde gezilebilecek bir şehir değil. Ertesi gün de gemide bulunan bisikletlerden ikisini alarak, doğu yakasında geniş bir tur attık. Parlamento Binasını yakından görmek, Aziz Stefan Bazilikası, hemen ardında Opera binası (stil olarak Viyana Opera binasına benzerliği dikkat çekici), önemli ana caddelerinden olan Andrassy Bulvarı üzerinde pek çok Elçilik binası, derken, bulvar sonundaki Kahramanlar meydanı arkasındaki doğal büyük bir park içerisindeki Vajdahunyat Kalesi adeta Disneyland kalesini andıracak tarzda inşa edilmiş görülmeye değer çok güzel bir kale.

Ayrıca, şehir içerisinde tarihi binaları ile birçok üniversitesini de görebilirsiniz. Macarlar fizik alanında Nobel ödülü kazanmış bir ülkedir. Ve dahası var biliyorsunuzdur. Hmmm, bilmiyor muydunuz? Öyleyse derhal Google’a …
Yine lafı çok uzattığım için üzgünüm, devamını son bölümde tamamlayacağımdan emin olabilirsiniz.
TUNA NEHRİ GEZİSİ BÖLÜM 3
Görüşmek üzere diyelim.
Yorumlar
Yorum Gönder